• Mayıs 22, 2016

    Yönetmen: Ryoutarou Makihara
    Stüdyo: Wit Studio
    Tür: Bilimkurgu, Macera, Dram
    Yapım Yılı: 2015
    Bölüm Sayısı: Film
    Anime Puanı: 7.5


    Shisha no Teikoku, İngilizce adıyla The Empire of Corpses veya Türkçeye Cesetler Krallığı olarak çevirebileceğimiz anime Project Itoh takma adını kullanan ve 2009 yılında vefat eden roman yazarının kitabından uyarlanmadır. Gerçek adı Satoshi Ito olan ve bilimkurgu türündeki kitapları ile dikkat çeken yazar sürekli nükseden kanseri sebebiyle henüz otuz dört yaşındayken yaşama veda etmiştir. Yazarın bir diğer eseri olan Harmony de bir ay sonra animeye uyarlanmıştır ve bir başka eseri Genocidal Organ’nın ise 2016 yılında vizyona girmesi bekleniyor. Genocidal Organ’nın da aslında Harmony’den bir ay sonra vizyona girmesi bekleniyordu ama filmden sorumlu anime stüdyosu Manglobe’un iflas sebebiyle kapanması gecikmeye yol açmıştır. Yazar Itoh, ikisi Shisha no Teikoku, ikisi Harmony ve biri Genocidal Organ olmak üzere toplam beş farklı ödül kazanmıştır. Ayrıca ünlü oyun serisi Metal Gear Solid’in Peace Walker adlı yapımı yazarın anısına adanmıştır.


    Anime filminde olaylar 19. Yüzyıl Avrupa’da, tam tarih olarak 1878 yılında geçiyor. Alternatif bir geçmiş olarak adlandırabileceğimiz bu dünyada steampunk denilen buhar teknolojisi önemli bir yer tutmaktadır. Buhar enerjisi ile çalışan makineler, otomatik daktilolar gibi birçok makine bu kurgu dünyasında boy göstermektedir. Her şey yaklaşık yüz yıl önce Victor Frankenstein’ın bu teknolojisi kullanarak “İlki” olarak adlandırılan ilk ölüyü diriltmesi ile başlamıştır. Elbette bir ölünün yeniden ayaklandığını gören halk buna şiddetle karşı çıkmış, Frankenstein ve yaratığına adeta nefret kusmuştur. Durum böyle olunca da ikisi de bir süre sonra ortadan kaybolmuştur fakat Frankenstein’ın diriltme teknolojisi baki kalmıştır. Yalnız tek bir farkla; Frankenstein ilk ölüsüne yeniden ruh kazandırabilirken askeri organizasyonların yaptığı diriltme işlemlerinde bu mümkün olmamıştır. Diriltilen ölüler ruhsuz, ruhsuzdan ziyade yalancı ruha sahip sadece verilen komutlara uyan gerçek yürüyen ölüler olmuşlardır. Bu arada, az önce halk buna hiddetle karşı çıktı demiştim ama belirli bir zaman geçtikten sonra artan savaşlar yüzünden bu teknolojiyi benimseyen ilk insanlar dul kalan kadınlar olmuştur. İlk diriltilenler savaşta şehit düşen askerler olmuştur ve her ne kadar ruhlarından yoksun olsalar da yakınları onları yeniden ayakta görebilmişlerdir. Ve yine zamanla “Necro-Birimi” adı verilen delikli damga kartları yaygınlaşarak ölülerin kullanım amacı da yaygınlaş, diriltme teknolojisi halkla buluşmuştur. İnsanalr öldüklerinde onlara sahte bir ruh enjekte etmeleri çok sıradan bir hal almaya başlamıştır. Bu ruh aslında sahte bir ruhtur. Dolayı ile ölüler sadece birer kuklaya dönüşüyorlardır. Bu kartlara yüklenen komutlar sayesinde ölülere bu komutları aktarmak mümkün hale gelmiştir. Örneğin kâhya olmasını istediğiniz bir ölüye kâhyalık ile ilgili temel bilgiler içeren Necro-Birimi’ni yüklediğinizde o ölü kâhyalık vasıfları taşıyabilmektedir. Sonuç olarak ölüler sadece savaş alanında değil, günlük hayatta da kâhyalık, uşaklık, hamallık, fabrika işçileri gibi işlerde kullanılmaya başlanmıştır. Teknoloji tüm dünyaya yayılmış ama en güçlüsü Londra’da, Londra Kilisesinde bulunan Charles Babbage adı verilen bilgisayar olmuştur. Nitekim bu bilgisayar bile Frankenstein’ın kusursuz diriltmesine yaklaşamamıştır. Durum böyle olunca birçok hükümet Victor Frankenstein’ın kaybolmuş notlarının peşine düşmüştür.


    1878 yılına geri dönersek, filmdeki kahramanımızın adı John Watson. (Babbage olsun, Watson olsun isimlere ayrı bir paragrafta değineceğim.) Kendisi Londra Üniversitesi’nde başarılı bir tıp öğrencisidir. Film başladığında Watson’un gümüş saçlı bir cesede “kayıp 21 gramı” yani ruhunu geri vermeye çalıştığına tanıklık ederiz. Watson’a göre düşünceler ruhu tamamlamaktadır ve insanın düşünceleri geri gelirse kişiliğinin de geri geleceğini savunur. Elbette Watson, Frankenstein gibi amacına ulaşamaz. Ölü dirilir ama diğer cesetlerden pek bir farkı yoktur. Watson yeniden hayata dönen arkadaşına Robinson Crusoe’den adını sıkça duyduğumuz Cuma adlı yerlinin adını verir. Ertesi sabah Watson gözünü açtığında ise çalışma odasında iki yabancının bulunduğunu görür. Birisi ona silah doğrulturken kendisini “M” olarak tanıtan gizemli adam ona açıkça hayran kaldığını söyler çünkü adeta bir yer altı laboratuarında oldukça iyi bir Necro-Birimi kullanarak (Cuma, Watson’un ona yüklediği özellik sayesinde olağanüstü hızda yazı yazıp olan herşeyin not edebilmektedir.) mükemmel bir diriltme işlemi gerçekleştirmiştir. Ve elbette askeri denetim ve gerekli izinler olmadığı sürece diriltme işlemleri kesinlikle yasaktır. Watson’daki yeteneği gören M, tek taraflı da olsa ona majesteleri kraliçe adına bir anlaşma önerir. Watson kraliyet ailesi için çalışan gizli bir organizasyon olan Walsingham’a katılır ve Cuma ile beraber kendisini Bombay, Hindistan’da bulur. Watson ve Cuma, buluşacakları kişiyi beklerken ardı ardına patlamalar meydana gelir ama neyse ki buluşacakları kişi olan Frederick Burnaby olay yerine vararak ikiliyi kurtarır. Burnaby’nin söylediğine göre Ruslar patlayıcı içeren yürüyen ölüler geliştirmiştir. Peki, Watson neden Bombay’dadır ve Ruslar neden peşindedir? M’in verdiği bilgilere Alexei Karamazov bir şekilde Victor Frankenstein’ın kayıp araştırmalarını, yani notlarını inceleme fırsatı olmuştur. Elbette Rusların da istihbaratı boş durmamıştır. Dolayısıyla Watson, Cuma ve Burnaby’nin görevi Karamazov’un son görüldüğü bilgisinin geldiği yere gitmek, notların varlığını teyit etmek, teyit edilirse yok etmektir. Ayrıca bu yolculukta onlara Karamazov’u tanıyan Nikolai Krasotkin de eşlik edecektir. Ve her ne kadar ana görev, notları yok etmek olsa da herkesin notlar hakkında olan düşüncesi, isteği ve amacı farklıdır. Buna Watson da dahil.


    Shisha no Teikoku’nun en dikkat çekici noktalarından birisi fark ettiğiniz üzere karakterleri. Animede yer alan bütün karakterler gerçek veya kurgu ünlü kişiler. John Watson’u zaten hepimiz tanıyoruz. Kendisi Sherlock Holmes’ın sadık dostu, maceralarının güncelerini tutan kişi. Cuma’yı zaten söyledim, Robinson Crusoe romanında bir karakter kendisi. Frederick Burnaby ise gerçek hayatta yaşamış oldukça ünlü İngiliz istihbarat görevlisidir. Bunun dışında Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler adlı eserinden Alexei Karamazov ve Nikolai Krasotkin var. Yaşamış gerçek bir samuray olan Seigo Yamazawa, yazarlığını Auguste Villiers de l’Isle-Adam’ın yaptığı The Future Eve (L’Eve Future) adlı eserde Thomas Edison’un inşa ettiği Hadaly Lilith adlı robot, Amerika’nın on sekizinci başkanı Ulysses S. Grant, Frankenstein’ın canavarı seride boy gösteren karakterler. Ayrıca konuk oyuncu tadında Thomas Edison ve Sherlock Holmes’un da çok kısa da olsa animede boy gösterdiğini söylemekte fayda var. Bundan sonrası seriyi etkilemese de küçük bir spoiler tadında, okumak size kalmış; anime filmindeki M karakterinin ise net bir bilgi olmasa da Sherlock Holmes’un abisi Mycroft Holmes olduğu söylenmekte. Yani anlayacağınız üzere animede alakalı alakasız değişik karakterler bulunmakta ve karakterler arasındaki uyumun ise gayet iyi sağlandığını söyleyebilirim. Hani en azından “bunun burada ne işi var” veya “bu karakter ne alaka” demiyoruz. Sanki Shisha no Teikoku’nun orijinal karakterleriymiş gibiler. Anime filminin bir diğer ilginç ayrıntısı ise yaptığı göndermeler. Örneğin en güçlü bilgisayara ilk analitik bilgisayarı icat eden ünlü matematikçinin adı verilmiş. Bunun dışında Britanya ve Rusya arasında süregelen politik oyuna verilen ad olan “Büyük Oyun”dan bahsediliyor. En garibi ise birkaç tane de James Bond filminde bulunan organizasyonlar karşımıza çıkıyor. Örneğin animede bahsi geçen Osato Kimyasal Laboratuarları Sean Connery’nin başrolünde oynadığı İnsan İki Kere Yaşar adlı James Bond filminde bulunan bir kuruluş. Bunun gibi küçük de olsa birçok gönderme filmde mevcut. Elbette bu betimlemeler ve mekânlar yazarın orijinal romanında var mı bilemem. Benim gözlemlerimin sadece anime filmi ile sınırlı olduğunu belirtmek isterim.


    Animenin bir özelliği de izlettirdikten sonra insanı biraz da olsa düşündürmesi. Açık konuşayım, benim filmi merak edip izleme sebebim cesetlerin canlandırılması, yani bir nevi zombiler. Fakat şöyle bir şey var ki Shisha no Teikoku içerik olarak daha önce hiç karşılaşmadığım türden bir anime. Karakterleri zaten geçtik, onlar ayrı bir konu. Bahsettiğim unsur zombilere benzeyen ama zombi olmayan yürüyen cesetler. İzleyici onları gördükten sonra hakikatten düşünmeden edemiyor. Düşünsenize, hayatımızda gerçekten böyle bir imkân olsaydı nasıl olurdu? Bir kere etik olur muydu? Bir açıdan köle gibi çalışan bilinçsiz, hizmetçi cesetler ile hayat kolaylaşırken hem de ağır çalışma koşulları sağlayan işlerde çalışabilirlerdi. Öte yandan nasıl olsa dirilen cesetler yapıyor diye insanoğlu tembelleşebilir, teknoloji orada tıkanabilirdi. Veya kim ücretsiz çalıştırabileceği bir hizmetkâr istemez ki? Öte taraftan kim ölmüş bir yakınının asker, köle, hizmetçi olarak çalışmasını ister ki? Düşünsenize, sevdiğiniz birisi ölüp diriltildi. Yakınlarda bir yerde ama kendisi artık o değil. Dediğim gibi tartışmaya açık zevkli bir konu sunmuş anime.

    Peki, eksi yönleri yok mu animenin? Göze fazla batan unsurlar olmasa da elbette var. Bunlar ise daha çok hikâyenin gidişatı ve senaryonun akışı ile ilgili. Bazı yerlerde animede diyaloglar gereğinden fazla ağırlaşıyor. Atmosfer düştüğü zaman konu uzayınca istemsizce de olsa dikkatiniz dağılabiliyor. Zaten anime filmi aksiyon sahneleri barındırsa da öyle hızlı bir anime değil. Konu uzayınca ara ara da olsa sıkılabilirsiniz. Bunun hikâyeyi etkileyen spoiler olduğu için fazla bahsetmeyeceğim ama Alexei Karamazov’un davranışlarına anlam veremedim. Karamazov eline notlar geçmesine rağmen notları yok etmiyor. Daha doğrusu yok edemiyor. Çünkü notları çok kıymetli buluyor ve hırsına yenik düşüyor. Son olarak ise animenin sonu türüne göre bence fazla fantastik kaçmış. Tamam, cesetler diriliyor falan ama bunlar hep bilimkurgu destekli. Büyüyle doğaüstüyle değil teknoloji ile hayata dönüyorlar. Bu yüzden Frankenstein’in canavarı yani “ilki”, gelinini canlandırmaya çalışırken son sahnede animemenin türüne göre fazla fantastik olaylar gerçekleşiyor.


    Animenin çizimleri için söyleyecek fazla bir sözüm yok. Arka plan çizimleri, manzaralar bizlere sırayla sunulan Londra, Hindistan, Japonya, Amerika gibi yerlerin aktarılması başarılı. Hatta şehirleri sanatsal bir portre gibi çizmişler adeta. Karakter çizimleri de fazla gerçekçi olmamakla beraber abartılı anime karakteri de değiller. Yani öyle kocaman gözler, çılgın saç tipleri falan yok. Hadaly Lilith adlı karakterimiz küçük bir istisna olabilir çünkü animeler için klasikleşmiş dar elbiseler, kocaman göğüsler bu karakterimizde de bolca mevcut. Seslendirmeler ise oldukça başarılı. Hatta dikkatimi çekti, bazı küçük ayrıntılara çok güzel dikkat edilmiş. Örneğin iki Rus olan Karamazov ve Krasotkin bir araya geldiğinde birbirlerine samimilik belirtisi olan isim kısaltmaları ile sesleniyorlar. Bu küçük ama hoş bir ayrıntı. Ayrıca Watson’u seslendiren Hosoya Yoshimasa ve favori seslendirmecim olan Hanazawa Kana yine çok iyi iş çıkarmış. Anime müzik namına ise pek bir şey barındırmıyor. Atmosfere göre değişen müzikler sırıtmıyor ki sahnelerin çoğunda müzik kullanımı fazla tercih edilmemiş. Anime bittiğinde Egoist’in seslendirdiği parçayı net olarak beğenmediğimi söyleyebilirim. Psycho-Pass adlı anime serisine hareketli ve harika iki açılış parçası “Abnormalize” ve “Enigmatic Feeling” ile “Namae no nai Kaibatsu” adında kapanış parçası yapan gruptan böyle ağır ve sıkıcı bir parça beklemiyordum. Lakin bu da animenin türüne çok da uymamış diyemem. Bunların yanı sıra animede ruhun sırrını çözmeye çalışıyorlar. Ruh 21 gram ağırlığındadır diye sıkça belirtiliyor. Ruhun bu ağırlıgının kaynağını ne olduğunu bulmaya çalışıyorlar ve animenin sonlarına doğru ruhun sırrının “bilincin önemi, düşüncenin önemi ve kaderin önemi” olarak yorumluyorlar. Varoluşçu felsefeyide içinde barındıran animede “Ruh mu düşünceyi tanımlar , düşünce mi ruhu tanımlar” sorunun cevabınıda almış oluyoruz.

    Ölü bir adamın hikâyesini bizlere sunan Shisha no Teikoku genel itibariyle başarılı bir anime. Dediğim gibi iki saatlik süresi boyunca atmosfer zaman zaman gereğinden fazla durağanlaşsa da kendisini izlettiriyor. Steampunk içeriği ve Frankenstein’in mucidi olduğu yürüyen cesetleri güzel, sağlam bir şekilde kullanarak yanında bambaşka alemlerin karakterlerini harmanlamasını çok iyi becermiş. Bence izlenebilecek en iyi anime filmlerinden birisiydi. Başta karakterleri olmak üzere ilginçliklerle dolu bir anime diyebilirim ve türünün meraklılarına önerebilirim.



    { 2 comments bulunmakta.Yorum yapın }

    1. Tanıtımınız verdiğiniz tüm ayrıntılarla çok güzel olmuş.

      YanıtlaSil
    2. Çok başarılı bir inceleme olmuş ^^

      YanıtlaSil

  • Copyright © 2013 - Nisekoi - All Right Reserved

    ANİME İNCELEMELERİ SAYFASI Powered by Blogger - Designed by Johanes Djogan